26 Haziran 2014 Perşembe

ARNAVUTLUK BİR GARİP MEKAN

Arnavutluk gezisinde, konsolosluk kapısında saatlerce bekleyip, vize kuyruğunda köpek muamelesi görmemek için hava yolunu tercih ettik.
Havayolunda tek bir noktadan ulaşım var. Tiran’daki Nene Tereza Havaalanı’ndan.  Küçük ama oldukça temiz bir havaalanı.
İndiğiniz anda burasının kuşlar ve doğa ülkesini olduğunu anlıyorsunuz çünkü yüzlerce kuş havaalanı çevresinde resital veriyor.  Her yerden, nerede olduğunu göremediğiniz kuşların seslerini duyuyorsunuz.
Arnavutluk sınırları içine girer girmez, yani kapıdan çıkar çıkmaz birkaç “Kapalıçarşı” çakalı yanımıza yanaştı. Yanaşma yollarından  “Türk müsünüz? Biz de Müslümanız” cümlesi. En kolay kekleme cümlesi bu sanırım. Neyse ki bunlar, çok tehlikeli çakallar değil. Kıllandığınızı ve problem çıkaracağınızı anladıkları an, tüyüyorlar. Amaçları üç beş kuruş yapmak. Mesela havaalanından Tiran’a taksi 2500 – 3000 leke (Arnavut para birimi) ama aslında taş çatlasın 2000 lekelik bir yol. Bu 500 -1000 lekenin üzerinden birkaç yüz leke hanut almak için uğraşıyorlar. Ha, bir de karaborsa para bozmak için geliyorlar. Henüz turizm yerleşmediği için daha fazla pislik yok. Bu arada Tiran’a yol için 2000, gideceğiniz yer merkez dışıysa 2500 lekeden fazla vermeyin. 3000 diyorlar ama düşerler, merak etmeyin. Tabi insan bu çakalları görünce “Yandık, daha burada böyleyse içerde nasıldır” diye düşünüyorsunuz ama pek öyle değil. Arnavutluk içinde bunlardan çok az var.
Arnavutluk’a ayak basar basmaz anlıyorsunuz ki, su burada problem olacak. Çünkü suları gerçekten kötü. İçilebilecek gibi bir tek marka var, o da “Spring”. Çay? İşte büyük darbeyi orada yediniz çünkü bu ülkede bizim anladığımız anlamda çay yok. Acaip acaip dandik çaylar (dağ çayı, yeşil çay, böğürtlen çayı vs) bulunuyor ama ağız tadıyla içebileceğiniz bir çay yok. Suyu getirmek problem olabilir ama asla unutmamanız gereken şey, çay getirmeniz. Buradaki sularla ne kadar doğru dürüst olur bilinmez ama hiç yoktan iyidir.
Anlaşma metoduna gelince “Tarzanca”nın değişik versiyonları. Yabancı dil bilen yok gibi. İngilizce bilen çok çok az, Türkçe bilene rastlamak da aynı zorlukta. Yakın olduğu için çat pat iki üç kelime İtalyanca bilen var ama onların dili de sipariş almaktan öteye gitmiyor. Yani dil en önemli sorun. Tabi Arnavutça bilmiyorsanız.  Daha sonradan anladık ki, Arnavutluk’ta çok ciddi bir iç turizm var ama dış turizm neredeyse sıfır. Bu yüzden mesela “sprite” ısmarlıyorsunuz, önünüze ekspresso gelebiliyor. O kadar nazikler ki, “La oğlum bak hele, yanlış getirdin, al şunu götür” demek içinizden gelmiyor, içiyorsunuz.
Kenar semtlerden birinden bir araba garajı görüntüsü
İlk bakışta Arnavutluk’u Türkiye’nin 1980’li yıllardaki haline benzetiyorsunuz, zaman geçtikçe de yanılmadığınızı anlıyorsunuz. İnsanlar iyi niyetli, kalkınmanın betonlaşma ile geldiğine inanılan ciddi bir çimento bazlı kalkınma hamlesi var. Hatta her yerde 1980’lerin müzikleri çalıyor.  Funky Town’ı duyduğumda orayı nostalji müzikleri çalan bir yer zannettim ama günler geçtikçe bütün Arnavutluk’ta Arnavutça parça olmadığı zaman 80’lerin müziklerin çalındığını fark ettim. İnsanlar ve çevre mi müzikten etkileniyor yoksa müzikler yaşanan gerçekliğe göre mi çalınıyor gibi acaip düşüncelere kapıldım. Çünkü Ohri’ye gittiğimizde Makedonya’da tipik 90’lar Türkiye’sini gördüm ve orada da her yerde 90’ların müzikleri çalınıyordu. Arnavutluk’ta 80’ler Türkiye’sine benzemeyen en önemli şey, temizlik. O kadar ki, en ücra benzin istasyonlarında bile temiz, gerçekten temiz tuvaletler bulabiliyorsunuz.
Tiran'ın en işlek ticaret caddesi
İlk durağımız Tiran’dı. Başkent olmasına karşın, Tiran bile çok büyük bir şehir değil. Çok gelişmiş de olduğu söylenemez, ama sadece şehircilik açısından. İnsanları çok gelişmiş. İte, kopuğa, serseriye hatta eleştirel gözle bakıp rahatsız edenlere bile rastlanmıyor. Arnavutluktaki belki de tek uzun saçlı erkek olarak söylüyorum bunu. Kimse sizi bakışlarıyla dahi taciz etmiyor.
Taciz deyince, Tiran’daki kızlar da son derece rahatlar. Devamlı bakımlı ve oldukça güzeller. Dekolte giyinmeyi seviyorlar. Ne köşe başında çekirdek çitleyip bira içerken gelen geçene laf atan var ne de arabayla korna çalıp müziği dibine kadar açarak dolaşan. Arnavut kızlarının, özellikle Tiran’dakilerin bir özelliği var. Dizlerinden aşağı indiğinizde, baldırları, vücutlarına göre oldukça kalın .
Tiran şehir meydanından bir görünüm
Bu arada çok önemli bir ayrıntıya değinmeden geçemeyeceğim. Arnavutluk’ta herkes Mercedes hastası. Neredeyse her beş arabadan ikisi Mercedes. Bunun yanında çok kötü şoförler. Belki de bu yüzden neredeyse adım başı trafik polisi var.
Arnavut  şoförler arabalarına çok dikkat ediyorlar. Tıpkı üstlerine başlarına dikkat ettikleri gibi. İki adımda bir “Lavash” var. Yani araba yıkama. Ama geleneksel yöntemle. Bir tane bile araba yıkama makinesine rastlamadım. Sanırım bu Arnavutluk’ta bir devlet politikası. Çünkü bu yöntemle çalışan çok kişi var. Araba yıkama makinelerinin gelmesi ciddi bir istihdam problemine sebep olabilir.
Meslekler çok fazla gelişmemiş gibi gözüküyor. Kafanızı kaldırdığınızda mutlaka ve mutlaka her sokakta birkaç tane göreceğiniz meslekler şunlar:  Canlı bahisçi, araba yıkayıcısı, köfteci, eczane, bar – cafe, restoran, otel, banka, kasap, manav, byrekci (börekçi), seyyar satıcı. Öyle ki, sanki Arnavutluk’ta başka meslek yokmuş gibi geliyor.
Ölenler için yapılan yol kenarı anıtlarından biri
Arnavutluk’ta, yol kenarlarında, o noktada trafik kazalarında ölenlerin anısına ufak anıtlar yapılıyor. Hem insanlar o kişileri hatırlıyor hem de orada dikkat edilmesi gerektiğini anlıyor. Aynısını Türkiye’de yapsak eminim ki kazalar yarı yarıya azalır. Arnavutluk’taki yollara gelince, çok kötü değiller ama her taraf dağ olduğu için aynı Ege yolları gibi kıvrım kıvrım ya lelli. Bir yerden diğer yere 30 kilometre ise bir saatte anca gidebiliyorsunuz.
Alaturka tuvalet sık rastlanan bir şey. Kahve kültürü de Osmanlıdan kalmış sanırım. Arnavutluk’ta kahvesiz adım atılmıyor. Suların kötü olduğunun farkındalar herhalde ki, bira su gibi tüketiliyor ama ne bir sarhoşa, ne bir olay çıkartana rastlamıyorsunuz. Arnavutluk’ta her yer kafe bar. Bizim kahvelerin, kafelerin, barların toplamından daha fazla kafe bar var kişi başına düşen. Sadece bira değil, ağır içkiler de aynı derecede revaçta fakaaaaaat… Gecenin dibinde dolaşmaya çıkmamıza rağmen bir tane kusan, yüksek sesle konuşan, bağıran, oraya buraya sataşan tipe rastlamadık. Tek kelimeyle Arnavutluk halkı içmeyi biliyor.
Türkiye’den daha sıcak olmasına rağmen nem olmaması sebebiyle boğucu değil ve inanılmaz temiz bir havası var. Yorgunluktan ölürken sızıp, 5 saat sonra son derece dinç kalkıyorsunuz.
Arnavutluk şehirleri  küçük ve insancıl. Çok yeni ya da bakımlı olmamasına rağmen güvenli. Biz Türkiye’den gelenler olarak olaya hemen paranoyak yaklaştık ve her şeyimizi gizli, saklı, kilitli tutmaya çalıştık. Bir süre sonra bunun çok da anlamlı olmadığını anladık. Dediğim gibi 1980’ler Türkiye’sini yaşıyorlar. Göç olayı yok, yarından eminsizlik duygusu yok, aç kalma diye bir olay yok. Hatta belki polis, hırsızı yakalayıp, size malınızı iade ediyor bile olabilir.
İlgimizi çeken bir başka şey de yakıt fiyatları oldu. Arnavutluk’ta dizel ile benzin aynı fiyat. Yaklaşık 3 lira civarı.
Yok, yok, harbiden heykelde çok iyiler. Aha bir tanesinin detayı işte
Çok iyi figüratif ve figüratif ekspresyonist heykel örnekleri var. Arnavutluk’un bu konuda Türkiye’den daha iyi olduğuna hiç kuşku yok.
Hava sıcaklığı yazın ortalama 40 derece ama Arnavutluk’ta ter kokan bir tek kişiye bile rastlamıyorsunuz.  Ne garson, ne işçi, ne ev kadını, ne görevli. Arnavutluk’ta yaşayanların ter bezlerinin olmadığı gibi garip bir inanca kapıldım. Belki de suyla bu kadar haşır neşir olununca böyle bir dert kalmıyor. Çünkü  hemen herkesin giysisinin altında mayosu var. Suyu ve yüzmeyi çok seviyorlar, her yer doğal ve yapay göllerle dolu. Gölde, denizde, nehirde, derede, havuzda, her yerde ama her yerde suya giren insanlara rastlıyorsunuz.
Halkın % 70’i Müslüman gerisi Ortodoks ve Katolik. Bununla beraber sokaklarda, oraya bir şekilde gelmiş  çalışan bir Türk’ün karısı dışında, başörtülü bir kadına rastlamadım. Sadece Ohri yolunda, Elbasan yakınlarında iki kadın.  Onlar da farklı, oraya özgün bir şekilde başınlarını örtmüştü. Daha sonra Pogradek’te kaldığımız otelin komisi bize Arnavutluk’ta yaşanan din kavgasını anlattı. Arnavutluk dünyanın ilk ateist devleti (1967). Komünizm yıkıldıktan sonra (1990)din yeniden gelmiş. Dediğine göre şu anda din savaşları yaşanıyormuş. Bir yandan Hıristiyan bir yandan Müslüman misyonerler dini yaymak için çalışıyormuş. O da bizimle konuştuğu çat pat Türkçeyi “Medrese”de öğrenmiş. Peki Arnavutluğun dindar olma gibi bir şansı var mı ya da bu din savaşını hangi din kazanacak? İpuçları; İnsanlar yaşamayı seviyorlar ve yaşadıkları hayattan zevk alıyorlar. Domuz eti çok yaygın değil.  Kadın erkek eşitliği oturmuş durumda. İçki içmeyi çok seviyorlar. Sıcak dolayısıyla herkes dekolte giyiniyor. Yüzmek günlük yaşamın bir parçası. Adım başı on-line bahisçiye rastlıyorsunuz.
Arnavutluk ile ilgili her yazıda Arnavut mafyasından bahsedildiğini duydum ama görünüşte bir şey göremedim.  Eğer ülkedeki bu güvenliği ve rahatlama duygusunu Arnavut mafyası sağlıyorsa, tebrik etmekten başka yapılabilecek bir şey yok.
Alışverişten sonra hemen fiş veriliyor. Sanırım devlet fiş kesmeyenin götünü kesiyor. Şimdiye kadar fiş vermeyen tek kişi İşkodra’da bir bakkal oldu. Gezimiz sırasında oldukça ücra bir köye uğradığımızda bile anında fiş kesilmişti çünkü.
Arnavutluk Türkiye’ye göre oldukça ucuz bir ülke. Et burada olağanüstü iyi. Kenar mahalle lokantasında da yeseniz, en lüks lokantada da yeseniz yaklaşık aynı lezzeti yakalayabiliyorsunuz çünkü malzeme muhteşem. Bu arada, tavuk yemenizi de tavsiye ederim. Hiç bizdeki “aman millet doysun da saman gibi olsa da olur” tipindeki üretim çiftliği tavuklarına benzemiyor. Yemek kültürleri ortalama. Farklı ve muhteşem yemeklerle karşılaşmıyorsunuz ama etin lezzeti sayesinde her öğün  bir şölene dönüşüyor. Tabi meyve ve sebzenin de gerçek tadını alıyorsunuz. Bir tane bile hormonlu domates, salatalık vs’ye rastlamadık. Sanırız Arnavutluk devleti bu konuda da üstüne düşeni yapıyor.
İşte Türk paranızı bozdurmanız gereken banka
Dünyanın en büyük 17. ekonomisiyiz falan da, Arnavutluk’ta kimse Türk parasını takmıyor. Bankaların çoğu bozmuyor, bozan döviz bürosu ise ondan da az. Ve üstelik çok düşük paraya bozuyorlar. Normalde 100 Lira 6100 Leke falan iken 4000 Leke civarını teklif ediyorlar. Buradan da onların ne kadar cahil olduklarını, dünya dengesindeki gücümüzü bilmediklerini, Türk ekonomisindeki canlılığı fark edemediklerini vs. anlayabiliyoruz. Arnavutluk’ta para bozdurmanız gereken banka“Banka Kombetare Tregtare”. Diğerlerinin hepsinde fiyatlar daha düşük. Hele döviz bürolarında Türk parasını dönüştürmeyi hiç denemeyin.
İskender Bey ve Rahibe Tereza
Arnavutluk’un kahramanı İskender Bey fakat o da henüz gırtlağına betonlaşma hamlesinin saplandığının tam farkında değil. Arnavutluk’un İskender Bey’den başka bir idol kişisi daha var; Nene Tereza yani Rahibe Teresa. Arnavut kökenli bu rahibenin ismi Tiran havaalanına verilmiş.
Belki Arnavutluk muhteşem bir yer sayılmaz ama her şeyi kendi istedikleri, kendi rahatları ve zevkleri için gerçekleştirmişler. Yani “Aman turist gelsin” diye bir şeyleri farklılaştırmamışlar henüz. Hemen hiçbir tabela yabancı dilde değil, bütün dükkan adları vs. Arnavutça.
Orada da "Özbilmemne seyahat" furyası başlamış gibi. Hemen hemen aynı adda, yanyana iki tane pastane var. Karşıdan bakınca soldaki dükkandan bahsediyoruz yazıda.
Tatlılar ve dondurma muhteşem. Tatlılar, şerbetli tatlılar olmasına rağmen, sanki daha hafif. Dondurmaya gelince olağanüstü. Tiran’da yediğim dondurmayı hayatımda hiçbir yerde yemedim. Dondurma kültürü çok gelişmiş ama en mükemmelini yapan yer işte burası.
Embertore “Behari”  Bir şeyli dondurmalar yedik ama ne’li yediğimizi bilmiyoruz. İngilizce bilen olmadığı ve isimlerin tamamı Arnavutça olduğu için bazılarının tadından ne olduklarını anlayamadık ama enfes lezzetlerdi.  Yoğurtlu dondurmayı ise mutlaka deneyin.
Arnavutluk sokaklarında da Türkiye’deki gibi seyyar satıcılar var. Sigara, ciklet, mendil, meyve, kıvır zıvır satarak hayatlarını kazanıyorlar.
Dures Adriyatik kıyısında bir deniz şehri ama Arnavutluk’un denizini pek beğenmedik. Neden Türkiye denizlerine insanlar hayran daha net anlayabiliyorsunuz. Arnavutluk boyunca (en azından çimdiğimiz her bir yerde) deniz son derece güzel kumlu fakat çok sığ. Yürüyerek İtalya’ya kadar gidilebilir sığlıkta.  Durres belki eskiden güzelmiş ama inanılmaz bir insan yoğunluğu var. Dolayısıyla deniz pek de temiz değil. Üstelik çok ince bir kumu olduğundan su son derece bulanık. Pek popüler olmasına rağmen hoş kapılası bir yer değil. Her taraf beton yığınlarıyla kaplı, iğrenç bir yapılaşma hamlesi var. Eski Kumburgaz Büyükçekmece mantığında bir yer yani. Hiçbir şey yoksa idare eder.
Bu güneşlikli şezlong olayı bizde de başlasa bayağı tutar gibi geliyor
Türkiye’deki plajlardan en önemli farkı, şezlongdaki yüze güneş gelmesini önleyen ek ve plajın şezlongları kiraya verenler tarafından devamlı temizlenerek (çöp alma, yerdeki çöpleri temizleme vs) temiz tutulmaya çalışılması. İlginçtir, plajda envai çeşit meyve, gözlük, mayo, can simidi ve atıştıracak şey satan olmasına rağmen su satan yok.
Arnavutluk otellerinde (en azından 4 tanesini dolaştık) mini buz dolabı ve resepsiyona ulaşmak için telefon bulunmuyor. Bu da eşittir “oda servisi” yok. “Kıçını kaldır, in aşağı, al alacağını” sistemine göre hizmet veriliyor.
Arnavutluk’ta, tabelalar olmasa, çoğu yerde kendinizi Türkiye’de zannedebilirsiniz. İstanbul’da değil ama Anadolu’nun herhangi bir kentinde ya da kasabasında.
Doğal güzelliğe gelince, işte orada durmak lazım. Arnavutluk, doğal güzellik açısından, pek tarif edilebilecek gibi bir yer değil. Tamamı Karadeniz kadar yeşil bir ülke düşünün. Yeşile doyum olmuyor. O kadar ki bir müddet sonra fotoğraf çekmekten bıkıyor, “nasıl olsa daha güzel yerler çekmiştim, yine çıkar karşıma” türünden şımarıklıklara başlayabiliyorsunuz.  Bozulmamış doğası Arnavutların içinde oldukları için fark etmedikleri en büyük hazine derdim ama sanırım farkındalar. Çünkü ne derelerde ne de göllerde fabrika artığı diye bir şey yok. Çocuklarına bırakacakları en iyi mirasın böyle bir çevre olduğunun bilincindeler.
Arnavutluk’ta çok yol yok, o yüzden kaybolmanız da çok zor. Şehirleri birbirine bağlayan ana arter ancak şehrin içine girdikten sonra yan arterlere dağılıyor. Nüfus yoğunluğunun dengeli dağılması hayatı kolaylaştırıyor. Yani iyi bir harita ile araba kiraladığınız zaman ülkeyi rahatça gezebiliyorsunuz. Tek kelime Arnavutça bilmeseniz bile (test edildi, onaylandı). Gerçi eğer İstanbul şoförü değilseniz araba kiralamanızı tavsiye etmem çünkü ehliyeti bakkaldan aldığı düşünülecek araba sürücüleri inanılmaz sayıda. Yollar bakımlı. En ücra köşesindeki asfalt bile Beşiktaş – Bebek yolundan daha az çukura sahip.
Ohri Gölüne uğramadan gitmeyin sakın. Burası “gözyaşı kadar duru bir göl” olarak anılıyor ve doğru. Hayatımda bu kadar temiz bir su görmedim. Yalnız sanırım madensel tuzların oldukça yoğun bulunduğu bir göl çünkü suyun ciddi bir kaldırma gücü var. Tabi bu arada gölün o inanılmaz temizliğine şahit olmak için daha az insanın girdiği tarafları tercih etmeniz mantıklı.
Gözyaşı kadar temiz harbi harbi
Açıkçası ben Makedonya tarafındaki Ohrid (Ohri) şehrinin göl kıyısını pek sevmedim. Zaten onlar da pek beğenmiyor olmalı ki, tekne turları var. Makedonya, en azından Ohrid, 1990’lar Türkiye’sini hatırlatıyor ve işin ilginci, orada da eğer pop çalınacaksa, 1990’ların pop şarkıları çalınıyor. İnsan ister istemez düşünüyor ; acaba insanların yaşadıkları dönemdeki hız ve düşünceleri, dinledikleri müziğe bu kadar egemen mi ya da müzik bir yaşam hızını ve gelişimini bu kadar net hatlarla çizebilir mi?
Lafa hiç gerek yok, herkes kendi yorumunu yapabilir
Bu arada Struga da fena bir yer değil ama Bodrum tandansında olduğundan yüzmek için “eh işte” denilebilir. O temiz göl bile, bu kadar kişinin göle girmesine pek dayanamıyor, hafiften bulanıklaşıp kirleniyor. Fekaaaat ama göle çok özel bir önem veriyorlar, hem Makedonlar, hem de Arnavutlar.  Kesinlikle kanalizasyon falan “Nasıl olsa kocaman göl lan, bir şey olmaz buna” deyip oracığa salınmıyor. Hatta öyle ki Makedon tarafından balık bile tutmuyor insanlar. Bu yüzden balık çok pahalı. Ama bu tutmamanın altında devlet yasağı değil, insanların göle verdiği önem var. Orada balık neslinin artması için yapıyorlarmış. Göle girdiğinizde de yavru balıklar gelip sizin sivilcelerinizi falan yokluyorlar.
Makedonya’da 1990 ekolü “Hallederiz abi, kolay abi” muhabbeti başlamış. Hele o “Abi bilmem ne lazım mı” diyen hanutçu piçler adamı canından bezdiriyor. Bir on yıla kadar hiç de hoş olmayan bir ahlaki çöküntü onları da bulacak gibi. Betonarme hamlesi çok güçlü ve insanların tavırları Arnavutluk’a göre daha rahatsız, ama biz yer miyiz? Hayatta yemeyiz. Onların gitmeye başladığı yerden dönüyoruz biz. Tabi bu her şeyi garanti altına almaya kalkma, her an gelecek bir kazığa hazır olma duygusunun ne kadar hayatı zehirleyici bir şey olduğunu da fark edip, içinizi yakıyorsunuz. Herkes büyük bir zevkle tatil yaparken siz “acaba lap top çalınır mı, yanımıza alsa mıydık, ya herif şimdi o prosedürü yerine getirmezse, tembel de bir herife benziyordu,  buranın parasını tanımıyoruz, sahte para kakışlamış olmasınlar” gibi ve daha nice envai dertle uğraşıyor beyniniz. Gözle görünür hiçbir şey yok ama Makedonya’da kendinizi Arnavutluk’a göre daha rahatsız hissediyorsunuz. Tedirginlik katsayısı Arnavutluk’ta 10 üzerinden 1 ise burada 4, Türkiye’de ise 9.
Bir de gölün bu kadar büyük olması insanların aynı deniz kenarı halkı triplerine girmelerine neden olmuş. Hareketler, giyiniş ve yaşam tarzı aynı deniz kenarı insanı gibi. İki gün kalıp, Arnavutluk’u özlediğimize karar verdik ve geri döndük.
Mükemmel tesis, muhteşem manzara ve bangır bangır müzikle cehenneme dönen ortam
Pogradek, Arnavutluk’un en bakımlı yerlerinden biri. Her taraf kafe bar olmasına rağmen kimse hayvanlar gibi müziği açmıyor. Müzik sesi derinden, hafif, ambians verecek şekilde. Gölün kenarında kaldığımız yer hariç. O salaklara kim “Müziği dibine kadar açınca çok müşteri gelir” dediyse, sabahın 7.30’unda müziğe öküz gibi asılıp arızaya bağlamamıza sebep oldular. Tatilimizin geri kalanını orada geçirebilecekken (çünkü tesis ve manzara mükemmeldi) nasıl kaçacağımızı şaşırdık. Bu arada sinek vardı ama göl olmasına rağmen sivrisineğe rastlamamak mükemmel bir şeydi. Sanırım bu da suyun kimyası ile ilgili bir şeyden dolayı. Bu arada kartallar ülkesinde oldukça dikkat etmeme rağmen bir tane bile kartal görememeyi ilginç bulduğumu da itiraf etmeliyim.
Artık Komünizm yok ya, zaman zaman karayolunun yanında ilerleyen paslanmış demiryolunu görebiliyorsunuz.
Lezzet durağı, afiyet merkezi, gerçek çay bile vardı burada
Elbasan’da, Elbasan tava yedik tabi. Elbasan  tava iki şekilde yapılıyor, etle ve sakatatla. Sakatat sevenler için sakatatlıyı tercih etmelerini söyleyebilirim. Bu arada çoban salatanın adı Arnavutluk’ta Greek Salad ve en pahalı salata da o nedense. Bu arada beyaz peynirin de bizim beyaz peynirimiz gibi olmadığının, çok daha dandik olduğunun kayıtlara geçmesini istiyorum. Yediğimiz yer neyin nesiydi bilmiyorum ama sanırım şansa Arnavutluk’un  en iyi restorantlarından birini bulduk. Kuzu tandır da muhteşemdi. (yandaki resim onun tabelası)
Bir konuya açıklık getirmek gerekirse Türkler ticareti öğrenmiş ve eskimolara buzdolabı satıyorlar.  Dünyanın belki de en iyi dondurmalarının yapıldığı ülkede Ülker Golf ve Panda var. Üstelik her yerde. Bizimkilerin lezzetleri konusunda yorum yapmak istemiyorum, hepiniz biliyorsunuz zaten de, onların o dondurmalar varken bizimkileri neden yediğini bir türlü beyn-i bala’m almadı arkadaş.
Macera yaşayacağız ya, bize bir garsonun “Ben kız arkadaşımla oraya gidiyorum, el değmemiş muhteşem bir yer” dediği Adriyatik kıyısına gittik. Karavasta gölünün yanı.  Evet gerçekten el değmemiş, muhteşem bir yer. Hatta giderken yaklaşık 10 kilometre boyunca tarla – yol karışımı bir yerde yol aldık. Allahtan altımızdaki cipten bozma, yüksek altlı bir arabaydı da idare etti. Fantastik filmler çekilebilecek bir ortam, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer.  10 kilometrelik çevrede insan yapısı şeyler bir kulübe, üç beş gölgelik ve bir dalyan.  Sonunda vardık ama yine hüsran yine hüsran. Evet, çevre çok güzel, bakir, şu bu ama deniz kumlu, sığ ve bulanık. Yani anlayacağınız Adriyatik’in pek de keyfi yok. Bu arada et o kadar popüler ki, genel eğilimim olan yöresel balık yeme isteğim Arnavutluk’ta işlemedi. Adriyatik balığı satan bir restorana da rastlamadık netekim. Belki de burnunun ucundan geçtik, Arnavutça bilmediğimiz için ıskaladık ama kokusu da gelmedi hiç.
İnsan ister istemez gıpta ediyor
Arnavut mezarlıkları bizimkiler gibi izbe, yıkık dökük değil, çiçek bahçesi gibi. “Allahın unuttuğu bir yer” diye nitelendirilebilecek, ana yerleşimlerden çoook uzak bir yerdeki mezarlıklar bile işte böyle. Gerçekten bizim mezarlıklarımızdan utandım. Bizdeki bakımsız, izbe, yol iz yok, alt alta, üst üste mezarlıklar ve buradaki mezarlıklar.
Arnavutluk’ta son ulaşmaya çalıştığımız yer İşkodra oldu. Gecenin çökerken, berbat şoförler eşliğinde, dandik arabamızla İşkodra’ya doğru yola koyulduk. Bozuk stop lambaları, ayarsız farlar, hatalı sollamalar, ani şerit değişiklikleri içeren bir potboriye maruz kalmayı kabullenerek. Özellikle gece yolculuk yaptığınızda Arnavutluk’ta neden bu kadar fazla trafik polisine gerek olduğunu daha net anlayabiliyorsunuz.
"Geleneksel" diye bir kavram varsa karşılığı bu otel olmalı
İşkodra’da muhteşem güzel, otantik bir butik otelde kalmak isterseniz size tavsiye edebileceğim yer “La tradita”. Eski bir yapı restore edilerek hayata geçirilmiş. Yapı bozulmasın diye klima yok, onun yerine pervane ile serinletiliyor insanlar. Eh, her şeyin bir bedeli var tabi. Estetik olarak benzerlerinden fersah fersah ötede. Biz şansa bulduk ama çok mutlu eden bir yerdi. İçerisi adeta tarihi minytür bir Arnavutluk  gibi.
Hiç bir şey denemez, görmek lazım
Yemek takımlarından ev eşyalarına, eski kayak takımlarından dikiş makinelerine, camekan içinde yerel giysilerden tarihi fotoğraflara tam bir etnografya müzesi. O kadar ıncık cıncık olmasına rağmen toz yok, pislik yok, tertemiz bir otel. Oradaki otellere göre biraz pahalı ama gelmişken orada kalmak bir zevk. Herşey otantik ama Türkiye’deki gibi “mış gibi” değil, hakkı verilerek yapılmış. “Sıçtım, kaçtım” bir şey yok, binlerce detay yıllarla bir araya getirilerek inşa edilmiş. Yani orada kalmayacaksanız da bir gidin görün, barında bir şeyler için ya da lokantasında bir şeyler yiyin.
Ha, bu arada unutmadan, İşkodra civarına gidiyorsanız bisikletlilere çok dikkat etmeniz gerekiyor. Bisiklet çok yaygın ve araba sürücüleri kadar da kötüler. Fakat bir hafta boyunca bunca iğrenç sürücü görmemize ve yaklaşık 900 kilometre yol gitmemize rağmen bir tek kaza görmemiş olmamız da hayli ilgi çekici idi. Bir de ilginç yanı vardı otelin. Bisikletler oda fiyatına dahil. Yani şehri gezmeniz için bisikletinizi de veriyorlar.
İşkodra’da, yani La tradita’da yemekler güzel, kahvaltı… Kahvaltı…. Kahvaltı Arnavutluk’taki tüm yerler gibi. Karın doyurmak için ağzınıza bir şeyler tıkıyorsunuz, o kadar. Arnavutluk’ta en önemli öğün öğlen yemeği ama çok sıcak olduğundan akşama atmak daha makul gibi.
İşkodra Arnavutluk’ta gördüğümüz en zengin şehir diyebilirim. Her şey daha yeni ve biraz daha lüks. İşkodra’da Türklerin daha yaygın olduğu belli çünkü alışveriş yapıp fiş alamadığımız tek yer burası oldu.
Ünlü İşkodra köprüsünü görmeye gittik ama cahilliğimizden ünsüz İşkodra köprüsünü ünlüsü sandık. O da hiç bozuntuya vermedi ama sonra diğerini de görme şansına eriştik. Köprü işte, bildiğin köprü, çok bir özelliği yoktu ama manzaralar yine olağanüstü idi. Bu arada İşkodra bir on yıl hatta belki 15 yıl ileri gitmiş gibi. Özellikle köprü civarındaki lokantalar pek bir turistik olmuşlar. Yemekler iyi ama servis berbat.


    İşte böylece Arnavutluk hakkında kısa bir özet oldu. Aklında ne kaldı diye sorarsanız; Olağanüstü lezzetli et, muhteşem dondurmalar, iyi tatlılar, bozulmamış, mükemmel bir doğa, güvenlik ve rahatlama hissi, çay bulamama sıkıntısı. Tavsiye eder miyim, kesinlikle evet. Kafanızı dinleyeceğiniz, aktivite yerine sakinlik içeren huzur dolu bir tatil yapmak istiyorsanız dil sıkıntısını falan göze alıp Arnavutluk’u bir ziyaret edin.